Pazar günleri, sabah kahvaltısının lezzeti bir başkaydı. Zeytin, peynir, salatalık, domates ve sobanın üzerinde kızartılmış ekmekli yer sofrası, en lüks kahvaltı salonlarının serpme kahvaltılarından daha değerliydi.
Annen vardı o sofrada, baban vardı, kardeşin vardı. Çünkü, o zamanlar aile adı verilen, poğaçaya teslim edilmemiş kocaman bir kültür vardı.
Yer sofrasından masaya geçerken başladı bütün ziyan edilmişlikler;
Ahşaptan betona geçerken,
Tek katlı evlerden, çok katlı evlere geçerken,
Makineye boyun eğip; inşaata, demire, çeliğe biat ederken…
O gün unuttuk ben'likten, 'biz' olan her şeyi!
***
Aile mefhumu oluşturan her birey, sabah erken kalkar, ilk karşı karşıya geldikleri o sofa’ya yürek katardı. Birlik vardı, dirlik vardı. En önemlisi sevgi vardı . Günaydın mefhumu, hemen o sabah, oracıkta icra edilir; en uykulu halde bile tebessümler birbirine hediye edilirdi.
Sabah sobayı yakmanın, gece üşümelerinin acısını ilk sıcaklıktan çıkarmanın tadı da hakikaten başkaydı.
Lavaboda yüz yıkamanın bile sırası vardı; kuyruğu vardı.
Oysa bugün eşler, işyerlerinden, sosyal medya paylaşımlarıyla mesajlar veriyorlar.
Ne garip değil mi?
Sabah evlerinde bir türlü karşı karşıya gelemeyenlerin, sosyal medya üzerinden birbirlerine “günaydın” demeleri.
Hatta daha da ilerisi, sevgi mesajlarını da o vasıtayla göndermeleri!
Dostlar alışverişte görsün hâli,
Ondandır, mutlu evlerin odalarında değil; sadece alışverişte görüyoruz aileyi!
***
Sofra kaldırıldıktan sonra, televizyonun karşısında son çaylar başlar, saat 10'da tek kanallı televizyonda kovboy filmi ailece izlenirdi.
Sonra, radyoda futbol maçları dinlenirdi.
Günün akşamında, yine yer sofrasında soyulup dilimlenen elma, mandalina, portakal eşliğinde, ne sohbetler, ne örtüsü olmayan samimiyetler nakşedilirdi.
İlmekleri bir araya getirip, örmek değil miydi aile?
O vakitler;
Usta nakkaştı baba,
Nakkaşların en ustasıydı anne.
***
Bütün ödevler, nedense pazar gününe sıkıştırılır; pazartesinin çarçabuk geleceği dakikalar, öğlenden itibaren başlardı.
Şimdiki zamanda bakmayın pazartesi gününden bu kadar korkulduğuna. O korkuların hepsi karavana…
Hakikaten ağır misafirdi pazartesi, çok emek isterdi. O yüzden pazar gününün öğleden sonrası, yarınki misafir için ayakta ağırlanması gerekirdi.
Tırnaklar kesilir, ayakkabılar boyanırdı.
Mendiller, beslenme çantasına koyulacak örtüler, önlükler, dantelli ya da enselerde çizgi oluşturan okul yakaları ardı ardına dizilir, ütülenir; katlanacak olanlar üçgen, dörtgen biçimde katlanırdı.
Özen vardı o zamanlar.
Değer vardı,
Düzen vardı.
Belki, o günlerde bizi aile yapan bu özen;
İnsanlar arasında gönüller kuran da herkesin görev sorumluluğunu çok iyi bildiği bu düzendi.
Odanın içini saran yeni yıkanmış çamaşır kokuları, ütü kokuları; dünya üzerindeki bütün çiçek kokularına bedeldi.
Ne güzeldi...
***
Banyo günü de, işte bu mübarek gündü. Kömürlü termosifon ile sobanın cayır cayır ısıttığı oda arasındaki kısacık hol, uzar uzar bir türlü bitmezdi.
Ne soğuktu o koridor...
Üzerimizde havluya rağmen titrerken; banyo ile sobalı oda arasındaki kar/fırtına/boranda, ne koşu rekorları kırardık kim bilir!
Koridorda, sırası gelip koşanlara da, ne çok gülerdik.
Belki hep beraber gülebilmekteydi işin sırrı. O yüzdendi belki; o yüzden verildi, her ahşap evde oturanların tamamına aile ismi...
Sözlüklerde en munis kelimeydi,
Ne kadar da değerliydi.
***
Milattan önce miydi yoksa?
Hatırlayamadım!
Kötülük henüz çalmamıştı sobalı evlerin kapısını…
'Elma dersem çık' kelamına kayıtsız
itaat eden çocukların zamanıydı,
Yer sofrasıydı;
Anne vardı, baba vardı, kardeşler vardı.
Günlerden de eski pazardı...
“Suyu böyle geçeriz, bizi afet sanırlar '' diyordu ya Zarif şair bir şiirinde;
İşte o zamanlar biz, öyle geçtik suyu.
Her “pazar günü”,
Kopmadan, dağılmadan; hep birlikte, ailece!
Ve mutlaka tebessümle…